Kürtleri “ev zencisi” haline getirmek
Malcolm X bir konuşmasında “ev zencisi” ile “tarla zencisi” arasındaki farktan bahseder. Ev zencisi, yani sahibinin evinde hizmetli olan köle, sahibi hastalanınca “hastalandık mı patron?” diye sorar, sahibinin evi yanarsa patronundan önce onu söndürmeye koşar. Beyaz adamın kendisine gösterdiği “lütuftan” memnundur; zenci olduğunu bilse de ayrıcalıklıdır. Tarla zencisi, yani beyaz adamın pamuk tarlasında çalışmaya mahkûm köleyse sahibi hastalandığında ölmesi için dua eder, sahibinin evi yandığında neredeyse zil takıp oynar. Tarla zencileri “toprakta karınca, suda balık” kadar çokturlar ve ev zencilerinden her daim daha zencidirler.
Son zamanlarda Kürtleri tabir caizse “ev zencisi” haline getirmek, yani Kürt hareketini terbiye edip onu “makul” ve “medeni” muhalefet sınırlarına çekmek popüler bir köşe yazısı konusu haline geldi. Kürt siyasal hareketinin evcilleştirilmiş ve devlet terbiyesi edinmiş bir kalıba dökülmesi maksadıyla iştahla yazan “demokrat” kalem erbabının sayısı hayli fazla. Siyasi rasyonaliteyi ve dolayısıyla siyaseten makul olanı temsil ettiği iddiasıyla, daha doğrusu kibriyle yazanlar, Kürt hareketinin siyasal eyleminin müesses nizamın konformizmi çerçevesinde kalmasını salık veriyorlar. Savaşın müsebbibi Kürt hareketinin yarattığı siyasal seferberlikmişçesine onların standartlarına uygun, makul, aklı başında ve terbiyeli bir muhalefetin gerekliliğinden dem vuruyorlar. Kürt muhalefetini düzen içinde kabul edilebilir sınırlar dahiline alıp pasifize etme, “haddini aşan” ahaliyi müesses siyasetin etrafı çitlenmiş oyun alanına yeniden çekme telaşından başka bir şey değil bu.
Bu bağlamda, “şiddetin doğrudan siyasetin ‘antitezi’ olduğunu, siyaseti olanaklı olmaktan çıkardığını, dolayısıyla şiddete kimin niçin yaptığından bağımsız olarak karşı çıkmak gerektiği” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımdan yola çıkarak Kürt hareketine şiddetle ilişkisini gözden geçirme, tek taraflı ve koşulsuz olarak silahlı mücadeleden vazgeçme çağrıları yapılıyor. Hızını alamayan kimi çevreler içinse Kürt hareketinin nasıl da şiddetperver, otoriter ve hatta faşizan olduğu, neredeyse “bağımsız” ve put kırıcı aydın olmanın bir gereği haline geldi. Anti-totaliter liberalizm, mevcut siyasi kurumsallaşmayı zorlayan her siyasal mücadeleyi Aucshwitz ya da Gulag’lara giden bir yol olarak mahkûm etme heves ve arzusunda. Özellikle AKP döneminin “devrimci” gücüne iman eden kimi yazarlar açısından Kürt siyasal hareketi Kürt sorununun çözümü karşısında neredeyse en büyük engeli teşkil ediyor. Onlara göre, Kürtlere her türlü zulmü yaşatan “ceberut devlet” tarihin çöplüğüne gönderildiğine göre Kürt hareketinin bu kerameti kendinden menkul demokrasi atmosferinin hakkını vererek uysallaşması, haddini bilmesi gerekiyor. Örneğin devlet televizyonunda sabah akşam anadillerinde din dersi dinleyebilme hürriyeti bahşedilen Kürtlere bununla yetinmeleri ve baskın üzerine baskın yiyen “sakıncalı” yayınlarından vazgeçmeleri buyruluyor.
Kürt meselesinde eksiğiyle gediğiyle de olsa aslında bir “normalleşme” sürecinde bulunulduğu ve bu anlamda bir “dış zorlama”, yani mesela “derin Kandil”in ya da “Kürt Ergenekonu”nun provokasyonları olmadığı takdirde meselenin hallinden çok uzak olunmadığı öne sürülebiliyor. Öyle ya aslında her şey “iyi” giderken Kürtlerin mesela “demokratik özerklik” gibi “kışkırtıcı” söylemler kullanarak milliyetçiliği kışkırtmalarına ne gerek var? Kürtler fazla patırtı gürültü çıkarmasalar Kürt sorunu da sessiz sedasız çözülmeyecek mi? Kürtlerin gıyabında, Kürt hareketine rağmen Kürt meselesini “çözme” anlayışı, üstelik demokratikleşme etiketiyle pazarlanabiliyor yani. Bilhassa liberal, kısmen de sol liberal mahfillerde yaygın bu görüş, AKP’nin “açılım” siyasetini olumlayan, olsa olsa AKP’yi açılımdan sapmakla, mesela seçim sürecinde milliyetçi bir dil kullanıp özüne ihanet etmekle eleştirebiliyor. Kürt hareketini “makul” siyasetin konformizmine saplamaya dönük bu söylemin bunca popülerlik kazanmasında, AKP’ye bir tür demokratik dönüşümün öznesi olarak bol keseden kredi verenlerin payı olduğu da aşikâr elbette.
Siyasetin ve muhalefet etmenin ne olduğuna ve nasıl yapılması gerektiğine dair bol miktarda hizaya çekme girişimleriyle dolu bu tip söylemler, liberal-müzakereci siyasetin çok tipik körlüklerini yeniden üretiyor aslında. Söz konusu liberal müzakere zihniyeti, fikirlerin dolaşımını siyasetin temeli kabul ederken dolaşıma giren bu fikirlerden türeyecek pratiklerin düzenin işleyişini sarsmayan, örselemeyen karakterde olmasını şart koşar. Radikalizmin kişiler ve topluluklar arası fikir alış-verişi, bir fikir teatisi düzeyinde kalmasını ister. Mesela bir siyasal partinin, hem de ciddi oy desteği almış bir partinin meclis çalışmalarını boykot etmesini içine bir türlü sindiremez, meclis denen mabedine yapılmış bu “hakareti” sineye çekemez ve böyle bir boykotu apolitizm olarak adlandırmakta beis görmez. Onun belirlediği sınırlar içerisinde “radikal” olmak mümkündür elbette, yani her türlü radikal düşünce kendisini ifade etmekte serbesttir belki ama radikalliğin tecessüm etmesine “şiddetle” karşı çıkılır. Mevcut kurumsal çerçeveyi, hâkim siyasetin adabını zorlayan her mücadele biçimi apolitizm ya da siyasi körlük/kısırlık damgasını daha baştan hak etmiştir. Üstelik liberal tolerans ve demokrasi anlayışının bu renksiz-kokusuz doğası öylesine “tarafsız” hale gelmiştir ki, örneğin devletin şiddet tekelini pratiğe geçiren polis-asker şiddeti ile ona karşı çıkanların şiddeti eş tutulur, hatta ikincisi şiddet ve çatışmanın müsebbibi haline getirilir. Muktedirlere karşı yumurtalı bir protesto dahi demokrasi karşıtı bir eylem olarak değerlendirilip, potansiyel bir totalitarizmin ayak sesleri olarak sunulabilir.
Şiddet ve siyaset
Şiddetin kötü olduğuna dair pedagojik formül, şiddetin insanlar arası ilişkilerin yürütülmesinin iyi bir yolu olmadığını hatırlattığı ölçüde anlamlı elbette. Fakat başına “nereden gelirse gelsin” vurgusu getirilerek siyasi düzleme kolayca izdüşürülen bu formül bir toplumsal olgu olarak şiddet hususunda çok az şeyi anlamamıza yardımcı olur. Örneğin farklı şiddet biçimlerine maruz kalanların ve bunları uygulayanların o biçimleri değerlendirme kıstasları hakkında bize hiçbir şey söylemez. Daha da önemlisi, şiddet uygulayan ve şiddete maruz kalan arasındaki ilişki hakkında da hiçbir şey anlatmaz. Şiddetin kategorik kötülüğüne dair ahlaki mutlakçılık, bize şu ya da bu şiddet eyleminin toplumsal bağlam ve içeriğini göz ardı etmeyi salık verir. Böylece şiddetin ortaya çıktığı tarihselliği ve sosyal bağlamı (yani hangi somut güç ilişkileri içerisinde şekillendiğini) anlama kapasitemiz, ahlâkî bir mutlakçılığın saydam basitliğine feda edilir.
İnsan toplumları yapısal, süreklileşmiş ve kurumsallaşmış hâkimiyet ve sömürü ilişkilerince bölümlenmiştir. Hâkim olan gruplar, bu yapısal pozisyonları, yani toplumsal ilişkilerin yapılanışındaki konumları dolayısıyla hâkimiyet altında olan grupları şiddete tabi tutarlar yahut sürekli şiddet tehdidi altında bulundururlar. Dahası şiddet kullanımında tekel olma tasarrufunun sınırları, son olarak Erzurum’daki HES protestosunda gördüğümüz üzere oldukça geniştir. Bu anlamda liberal-müzakereci anlayışın ifade ettiğinin tersine siyaset şiddeti dışarıda bırakan ya da onu dışlayan değil; tam tersine onu örgütleyen ve kurumsallaştıran bir olgudur. Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısı ancak kurumsallaşmış şiddet ya da şiddet tehdidi aracılığıyla inşa edilir ve yeniden üretilir. Mevcut düzenin muhafazası hususunda şiddetin rolü ve kurumsal şiddetin yapısal karakteri hususundaki körlük ise şiddet kullanımını şu ya da bu politik grubun tercihine indirgeyerek tartışmayı onların şiddetinin ya da bizim şiddetimizin “iyiliği” ya da “kötülüğü”ne sıkıştırır.
Tam da bu bağlamda hâkim grupların sürekli ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları bu şiddet ile tabi olan grupların buna bir tepki olarak gelişen şiddeti arasında ayrım çizgisini (bunun ince bir çizgi olduğunu bilerek) muhafaza etmek gerekir. Çünkü hâkim olanın şiddetiyle tabi olanın şiddeti arasında bir eşitlik kurmak, hâkimiyet ilişkilerini görünmez kılma riskini içerir. “Nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” tümcesi ile özetlenen tutum, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örter ve dolayısıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsayar. Örneğin Filistin meselesinde sık sık kullanılan “şiddet sarmalı” ifadesi bu tavrın tipik bir örneğidir. Bu yaklaşıma göre çatışmanın iki tarafı da kendi şiddetinin esiridir ve iki taraftan her şiddet eylemi çözümsüzlüğü daha da pekiştirmektedir. Tarafların şiddet eylemleri karşısında eşit mesafede durmayı vaaz eden bu yaklaşımın zayıflığı, meselenin kökeninde İsrail’in işgali ve Filistin’in sömürgeleştirilmesinin yattığına dair körlüğüdür. Böylece “şiddet sarmalı” ya da “nereden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” türü tutumla fail ile mağdur arasındaki ayrım tamamen ortadan kaldırılmış ve daha da vahimi taraflar arasında bir eşitlik durumu varsayılmış olur. Oysa ancak önce İsrail’in işgali ve kendine has sömürgeciliği kınanarak Filistinlilerin politik ve askeri yöntemlerinden bazıları eleştiriye tabi tutulabilir.
Hasılı, her türlü şiddeti kınayıp, hepsine eşit mesafede durmanın ve şiddete “sıfır tolerans” göstermenin kazandırdığı biçimsel “ahlakiliğin” arka planda son derece derin bir gayriahlakiliği barındırması kuvvetle muhtemeldir. Ezilenlere ahlâk dersi vermeye soyunmak, muktedirleri arkasına almış olmanın verdiği ahlâksızlık ve had bilmezlikle izah edilebilir ancak. Bütün toplumsal bağlamından soyutlanmış bir siyasal –dolayısıyla bal gibi toplumsal- şiddet tasviri mutlak ahlakçı entelektüelin zihniyet dünyasında üretilmiş bir surettir. Gerçeklikle bağını bu soyutlamada yitiren bir şiddet tanımını sorgulamakla “akan kanı kutsamak” arasındaki eşitliği açıklamayı son günlerde köşelerinde bu yanlış denklem üzerine kalem oynatmaktan bıkmayan yazarlara bırakıyoruz.
Şiddetin psikopatolojisi mi?
Kapitalist sistemde iktisadi alan ile siyasal alanın ayrışması ile iktisadi/toplumsal sömürü ve bağımlılık, şiddet ve şiddet tehdidini doğrudan devreye sokmaksızın gerçekleşir. Politik kerte, çıkar çatışmaları alanının dışında, bağımsız ve tarafsız olarak görünür. Bu çerçevede, örneğin pür-i pak bir demokrasi mücadelesi salt siyasete içkindir ve iktisadi sömürü mekanizmalarını, düzenin siyaset dışı kabul edilen kurumlarını konu edin-e-mez. Bu görüntüyle yetinildiğinde şiddet meselesi elbette bir “tercih” meselesi olarak kavranabilir. Çünkü bu durumda zor-baskı-şiddet boyutu sanki kapitalizmin işleyişine dışsal, arızi bir olgu gibi görünür. Şiddet tercihten ibaretse eğer, rahatlıkla psiko-patolojik bir vaka, bir sapma olarak da ele alınabilir. Hatta bu sapma Kürt hareketi örneğinde legal siyaset ile birlikte yürütüldüğü için politik bir şizofreninin tezahürü de olabilir pekâlâ!
Zencisini ehlileştirmeye çalışan beyaz adamın kadim yanılgısı (körlüğü mü demeliyiz?) burada başlar. Tumturaklı cümlelere gerek yok; KCK operasyonları kapsamında tutuklananların “silahlarına” bakmak yeterli: Sandıkta halkoyu, bilgisayarda müzik dosyası, başta puşi… Kürt sorununu çözmeye meftun olduğunu her fırsatta söyleyen Erdoğan döneminde devletin güvenlik güçlerinin “yasal mermileriyle” 129 Kürt çocuğu öldürüldü, yüzlercesi elindeki taş “şiddet” unsuru, kendisi de terörist sayıldığı için hapishanelere tıkıldı. Yani Kürt hareketinin şımarık bir çocuk edasıyla kendisine lütfedileni reddedip huzursuzluk çıkarmakta patolojik bir şekilde ısrar etmesi yalan; şiddet dışı yöntemlerle yürüttüğü mücadelesine karşı bile “rekor” düzeyde şiddetle karşılık görmesi gerçek.
Gerçekliği ters yüz etmekte mahir kalem erbabının duyduğu sorumluluk, Kürtlere buyruk yağdırmanın ötesinde anlamlı bir mesaiye meyledecekse eğer, onurlu bir barış için yapılan çağrılara ısrarla –ve şiddetle- kulak tıkayanlara bir karşı duruşla, direnişle yola çıkmalıdır. Baskı ve inkâr altında onca yitip giden insanına rağmen intikam hissiyle hareket etmediğini her fırsatta dile getiren bir halk ve onun meşru temsilcileri “ehlileştirmeyi” değil, “eşitliği” hak etmektedir. Bu yönde bir mücadeleye destek olacak her samimi adım dökülen kanın durması için yegâne yoldur. Yoksa zihinlerde üretilen ve vicdan rahatlatmaktan öteye gidemeyen tarih/toplum dışı bir şiddet karşıtlığının politik düzlemde yankı bulması, en iyi durumda naif bir söylemin ötesinde bir anlam taşımıyor.
Selin Pelek / Foti Benlisoy *
Kaynak: Sol Defter
Kaynak: ANF NEWS AGENCY
Malcolm X bir konuşmasında “ev zencisi” ile “tarla zencisi” arasındaki farktan bahseder. Ev zencisi, yani sahibinin evinde hizmetli olan köle, sahibi hastalanınca “hastalandık mı patron?” diye sorar, sahibinin evi yanarsa patronundan önce onu söndürmeye koşar. Beyaz adamın kendisine gösterdiği “lütuftan” memnundur; zenci olduğunu bilse de ayrıcalıklıdır. Tarla zencisi, yani beyaz adamın pamuk tarlasında çalışmaya mahkûm köleyse sahibi hastalandığında ölmesi için dua eder, sahibinin evi yandığında neredeyse zil takıp oynar. Tarla zencileri “toprakta karınca, suda balık” kadar çokturlar ve ev zencilerinden her daim daha zencidirler.
Son zamanlarda Kürtleri tabir caizse “ev zencisi” haline getirmek, yani Kürt hareketini terbiye edip onu “makul” ve “medeni” muhalefet sınırlarına çekmek popüler bir köşe yazısı konusu haline geldi. Kürt siyasal hareketinin evcilleştirilmiş ve devlet terbiyesi edinmiş bir kalıba dökülmesi maksadıyla iştahla yazan “demokrat” kalem erbabının sayısı hayli fazla. Siyasi rasyonaliteyi ve dolayısıyla siyaseten makul olanı temsil ettiği iddiasıyla, daha doğrusu kibriyle yazanlar, Kürt hareketinin siyasal eyleminin müesses nizamın konformizmi çerçevesinde kalmasını salık veriyorlar. Savaşın müsebbibi Kürt hareketinin yarattığı siyasal seferberlikmişçesine onların standartlarına uygun, makul, aklı başında ve terbiyeli bir muhalefetin gerekliliğinden dem vuruyorlar. Kürt muhalefetini düzen içinde kabul edilebilir sınırlar dahiline alıp pasifize etme, “haddini aşan” ahaliyi müesses siyasetin etrafı çitlenmiş oyun alanına yeniden çekme telaşından başka bir şey değil bu.
Bu bağlamda, “şiddetin doğrudan siyasetin ‘antitezi’ olduğunu, siyaseti olanaklı olmaktan çıkardığını, dolayısıyla şiddete kimin niçin yaptığından bağımsız olarak karşı çıkmak gerektiği” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımdan yola çıkarak Kürt hareketine şiddetle ilişkisini gözden geçirme, tek taraflı ve koşulsuz olarak silahlı mücadeleden vazgeçme çağrıları yapılıyor. Hızını alamayan kimi çevreler içinse Kürt hareketinin nasıl da şiddetperver, otoriter ve hatta faşizan olduğu, neredeyse “bağımsız” ve put kırıcı aydın olmanın bir gereği haline geldi. Anti-totaliter liberalizm, mevcut siyasi kurumsallaşmayı zorlayan her siyasal mücadeleyi Aucshwitz ya da Gulag’lara giden bir yol olarak mahkûm etme heves ve arzusunda. Özellikle AKP döneminin “devrimci” gücüne iman eden kimi yazarlar açısından Kürt siyasal hareketi Kürt sorununun çözümü karşısında neredeyse en büyük engeli teşkil ediyor. Onlara göre, Kürtlere her türlü zulmü yaşatan “ceberut devlet” tarihin çöplüğüne gönderildiğine göre Kürt hareketinin bu kerameti kendinden menkul demokrasi atmosferinin hakkını vererek uysallaşması, haddini bilmesi gerekiyor. Örneğin devlet televizyonunda sabah akşam anadillerinde din dersi dinleyebilme hürriyeti bahşedilen Kürtlere bununla yetinmeleri ve baskın üzerine baskın yiyen “sakıncalı” yayınlarından vazgeçmeleri buyruluyor.
Kürt meselesinde eksiğiyle gediğiyle de olsa aslında bir “normalleşme” sürecinde bulunulduğu ve bu anlamda bir “dış zorlama”, yani mesela “derin Kandil”in ya da “Kürt Ergenekonu”nun provokasyonları olmadığı takdirde meselenin hallinden çok uzak olunmadığı öne sürülebiliyor. Öyle ya aslında her şey “iyi” giderken Kürtlerin mesela “demokratik özerklik” gibi “kışkırtıcı” söylemler kullanarak milliyetçiliği kışkırtmalarına ne gerek var? Kürtler fazla patırtı gürültü çıkarmasalar Kürt sorunu da sessiz sedasız çözülmeyecek mi? Kürtlerin gıyabında, Kürt hareketine rağmen Kürt meselesini “çözme” anlayışı, üstelik demokratikleşme etiketiyle pazarlanabiliyor yani. Bilhassa liberal, kısmen de sol liberal mahfillerde yaygın bu görüş, AKP’nin “açılım” siyasetini olumlayan, olsa olsa AKP’yi açılımdan sapmakla, mesela seçim sürecinde milliyetçi bir dil kullanıp özüne ihanet etmekle eleştirebiliyor. Kürt hareketini “makul” siyasetin konformizmine saplamaya dönük bu söylemin bunca popülerlik kazanmasında, AKP’ye bir tür demokratik dönüşümün öznesi olarak bol keseden kredi verenlerin payı olduğu da aşikâr elbette.
Siyasetin ve muhalefet etmenin ne olduğuna ve nasıl yapılması gerektiğine dair bol miktarda hizaya çekme girişimleriyle dolu bu tip söylemler, liberal-müzakereci siyasetin çok tipik körlüklerini yeniden üretiyor aslında. Söz konusu liberal müzakere zihniyeti, fikirlerin dolaşımını siyasetin temeli kabul ederken dolaşıma giren bu fikirlerden türeyecek pratiklerin düzenin işleyişini sarsmayan, örselemeyen karakterde olmasını şart koşar. Radikalizmin kişiler ve topluluklar arası fikir alış-verişi, bir fikir teatisi düzeyinde kalmasını ister. Mesela bir siyasal partinin, hem de ciddi oy desteği almış bir partinin meclis çalışmalarını boykot etmesini içine bir türlü sindiremez, meclis denen mabedine yapılmış bu “hakareti” sineye çekemez ve böyle bir boykotu apolitizm olarak adlandırmakta beis görmez. Onun belirlediği sınırlar içerisinde “radikal” olmak mümkündür elbette, yani her türlü radikal düşünce kendisini ifade etmekte serbesttir belki ama radikalliğin tecessüm etmesine “şiddetle” karşı çıkılır. Mevcut kurumsal çerçeveyi, hâkim siyasetin adabını zorlayan her mücadele biçimi apolitizm ya da siyasi körlük/kısırlık damgasını daha baştan hak etmiştir. Üstelik liberal tolerans ve demokrasi anlayışının bu renksiz-kokusuz doğası öylesine “tarafsız” hale gelmiştir ki, örneğin devletin şiddet tekelini pratiğe geçiren polis-asker şiddeti ile ona karşı çıkanların şiddeti eş tutulur, hatta ikincisi şiddet ve çatışmanın müsebbibi haline getirilir. Muktedirlere karşı yumurtalı bir protesto dahi demokrasi karşıtı bir eylem olarak değerlendirilip, potansiyel bir totalitarizmin ayak sesleri olarak sunulabilir.
Şiddet ve siyaset
Şiddetin kötü olduğuna dair pedagojik formül, şiddetin insanlar arası ilişkilerin yürütülmesinin iyi bir yolu olmadığını hatırlattığı ölçüde anlamlı elbette. Fakat başına “nereden gelirse gelsin” vurgusu getirilerek siyasi düzleme kolayca izdüşürülen bu formül bir toplumsal olgu olarak şiddet hususunda çok az şeyi anlamamıza yardımcı olur. Örneğin farklı şiddet biçimlerine maruz kalanların ve bunları uygulayanların o biçimleri değerlendirme kıstasları hakkında bize hiçbir şey söylemez. Daha da önemlisi, şiddet uygulayan ve şiddete maruz kalan arasındaki ilişki hakkında da hiçbir şey anlatmaz. Şiddetin kategorik kötülüğüne dair ahlaki mutlakçılık, bize şu ya da bu şiddet eyleminin toplumsal bağlam ve içeriğini göz ardı etmeyi salık verir. Böylece şiddetin ortaya çıktığı tarihselliği ve sosyal bağlamı (yani hangi somut güç ilişkileri içerisinde şekillendiğini) anlama kapasitemiz, ahlâkî bir mutlakçılığın saydam basitliğine feda edilir.
İnsan toplumları yapısal, süreklileşmiş ve kurumsallaşmış hâkimiyet ve sömürü ilişkilerince bölümlenmiştir. Hâkim olan gruplar, bu yapısal pozisyonları, yani toplumsal ilişkilerin yapılanışındaki konumları dolayısıyla hâkimiyet altında olan grupları şiddete tabi tutarlar yahut sürekli şiddet tehdidi altında bulundururlar. Dahası şiddet kullanımında tekel olma tasarrufunun sınırları, son olarak Erzurum’daki HES protestosunda gördüğümüz üzere oldukça geniştir. Bu anlamda liberal-müzakereci anlayışın ifade ettiğinin tersine siyaset şiddeti dışarıda bırakan ya da onu dışlayan değil; tam tersine onu örgütleyen ve kurumsallaştıran bir olgudur. Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısı ancak kurumsallaşmış şiddet ya da şiddet tehdidi aracılığıyla inşa edilir ve yeniden üretilir. Mevcut düzenin muhafazası hususunda şiddetin rolü ve kurumsal şiddetin yapısal karakteri hususundaki körlük ise şiddet kullanımını şu ya da bu politik grubun tercihine indirgeyerek tartışmayı onların şiddetinin ya da bizim şiddetimizin “iyiliği” ya da “kötülüğü”ne sıkıştırır.
Tam da bu bağlamda hâkim grupların sürekli ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları bu şiddet ile tabi olan grupların buna bir tepki olarak gelişen şiddeti arasında ayrım çizgisini (bunun ince bir çizgi olduğunu bilerek) muhafaza etmek gerekir. Çünkü hâkim olanın şiddetiyle tabi olanın şiddeti arasında bir eşitlik kurmak, hâkimiyet ilişkilerini görünmez kılma riskini içerir. “Nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” tümcesi ile özetlenen tutum, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örter ve dolayısıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsayar. Örneğin Filistin meselesinde sık sık kullanılan “şiddet sarmalı” ifadesi bu tavrın tipik bir örneğidir. Bu yaklaşıma göre çatışmanın iki tarafı da kendi şiddetinin esiridir ve iki taraftan her şiddet eylemi çözümsüzlüğü daha da pekiştirmektedir. Tarafların şiddet eylemleri karşısında eşit mesafede durmayı vaaz eden bu yaklaşımın zayıflığı, meselenin kökeninde İsrail’in işgali ve Filistin’in sömürgeleştirilmesinin yattığına dair körlüğüdür. Böylece “şiddet sarmalı” ya da “nereden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” türü tutumla fail ile mağdur arasındaki ayrım tamamen ortadan kaldırılmış ve daha da vahimi taraflar arasında bir eşitlik durumu varsayılmış olur. Oysa ancak önce İsrail’in işgali ve kendine has sömürgeciliği kınanarak Filistinlilerin politik ve askeri yöntemlerinden bazıları eleştiriye tabi tutulabilir.
Hasılı, her türlü şiddeti kınayıp, hepsine eşit mesafede durmanın ve şiddete “sıfır tolerans” göstermenin kazandırdığı biçimsel “ahlakiliğin” arka planda son derece derin bir gayriahlakiliği barındırması kuvvetle muhtemeldir. Ezilenlere ahlâk dersi vermeye soyunmak, muktedirleri arkasına almış olmanın verdiği ahlâksızlık ve had bilmezlikle izah edilebilir ancak. Bütün toplumsal bağlamından soyutlanmış bir siyasal –dolayısıyla bal gibi toplumsal- şiddet tasviri mutlak ahlakçı entelektüelin zihniyet dünyasında üretilmiş bir surettir. Gerçeklikle bağını bu soyutlamada yitiren bir şiddet tanımını sorgulamakla “akan kanı kutsamak” arasındaki eşitliği açıklamayı son günlerde köşelerinde bu yanlış denklem üzerine kalem oynatmaktan bıkmayan yazarlara bırakıyoruz.
Şiddetin psikopatolojisi mi?
Kapitalist sistemde iktisadi alan ile siyasal alanın ayrışması ile iktisadi/toplumsal sömürü ve bağımlılık, şiddet ve şiddet tehdidini doğrudan devreye sokmaksızın gerçekleşir. Politik kerte, çıkar çatışmaları alanının dışında, bağımsız ve tarafsız olarak görünür. Bu çerçevede, örneğin pür-i pak bir demokrasi mücadelesi salt siyasete içkindir ve iktisadi sömürü mekanizmalarını, düzenin siyaset dışı kabul edilen kurumlarını konu edin-e-mez. Bu görüntüyle yetinildiğinde şiddet meselesi elbette bir “tercih” meselesi olarak kavranabilir. Çünkü bu durumda zor-baskı-şiddet boyutu sanki kapitalizmin işleyişine dışsal, arızi bir olgu gibi görünür. Şiddet tercihten ibaretse eğer, rahatlıkla psiko-patolojik bir vaka, bir sapma olarak da ele alınabilir. Hatta bu sapma Kürt hareketi örneğinde legal siyaset ile birlikte yürütüldüğü için politik bir şizofreninin tezahürü de olabilir pekâlâ!
Zencisini ehlileştirmeye çalışan beyaz adamın kadim yanılgısı (körlüğü mü demeliyiz?) burada başlar. Tumturaklı cümlelere gerek yok; KCK operasyonları kapsamında tutuklananların “silahlarına” bakmak yeterli: Sandıkta halkoyu, bilgisayarda müzik dosyası, başta puşi… Kürt sorununu çözmeye meftun olduğunu her fırsatta söyleyen Erdoğan döneminde devletin güvenlik güçlerinin “yasal mermileriyle” 129 Kürt çocuğu öldürüldü, yüzlercesi elindeki taş “şiddet” unsuru, kendisi de terörist sayıldığı için hapishanelere tıkıldı. Yani Kürt hareketinin şımarık bir çocuk edasıyla kendisine lütfedileni reddedip huzursuzluk çıkarmakta patolojik bir şekilde ısrar etmesi yalan; şiddet dışı yöntemlerle yürüttüğü mücadelesine karşı bile “rekor” düzeyde şiddetle karşılık görmesi gerçek.
Gerçekliği ters yüz etmekte mahir kalem erbabının duyduğu sorumluluk, Kürtlere buyruk yağdırmanın ötesinde anlamlı bir mesaiye meyledecekse eğer, onurlu bir barış için yapılan çağrılara ısrarla –ve şiddetle- kulak tıkayanlara bir karşı duruşla, direnişle yola çıkmalıdır. Baskı ve inkâr altında onca yitip giden insanına rağmen intikam hissiyle hareket etmediğini her fırsatta dile getiren bir halk ve onun meşru temsilcileri “ehlileştirmeyi” değil, “eşitliği” hak etmektedir. Bu yönde bir mücadeleye destek olacak her samimi adım dökülen kanın durması için yegâne yoldur. Yoksa zihinlerde üretilen ve vicdan rahatlatmaktan öteye gidemeyen tarih/toplum dışı bir şiddet karşıtlığının politik düzlemde yankı bulması, en iyi durumda naif bir söylemin ötesinde bir anlam taşımıyor.
Selin Pelek / Foti Benlisoy *
Kaynak: Sol Defter
Kaynak: ANF NEWS AGENCY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder