20 Ekim 2010 Çarşamba

Kemalist rejimin işçi düşmanlığı, Nazi hayranlığı ve ırkçı eğilimleri

1930’lara gelindiğinde, Kemalist bürokrasinin gözünde artık liberalizmin eski itibarı kalmamıştı. Köken olarak zaten despotik bir devlet geleneğinden gelen ve totalitarizme eğilimli olan Kemalist bürokrasi için, İtalya ve Almanya’daki totaliter rejimler önemli bir cazibe merkezi oluşturuyordu. Bu totaliter rejimlerin Avrupa’da estirdiği faşizm ve Nazizm rüzgârları, totaliter eğilimli Kemalist yönetici kadroları güçlü bir biçimde etkilemişti. Bu etkilenme, Kemalist yönetici kadroların ırkçılık ve faşizm kokan bu yıllardaki söylemlerinde, faşist devletlerin yasalarından aktardıkları yasa maddelerinde (örneğin meşhur 141-142. maddelerin İtalyan Ceza Yasasından aynen alınması gibi) ve de genel olarak Kemalist devletin siyasal ve ideolojik açılımlarında kendini göstermektedir. Bu dönemde Türk hükümetinin Nazi Almanya’sına duyduğu yakınlığın bir diğer göstergesi de, önde gelen Nazi hayranlarından biri olan Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi’nin başkanlığında bir heyeti, Hitler’in yaş gününü kutlamak üzere Almanya’ya göndermesi olmuştur.



Kemalist bürokrasinin Avrupa’da gelişen faşist harekete sempatiyle yaklaşması ve ondan etkilenmiş olması, kendini şu iki alanda çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu: Birincisi, Kemalist bürokrasi de tıpkı Avrupa’daki faşistler gibi toplumda sınıf esasına göre örgütlenmeyi ve sınıf mücadelesini şiddetle reddediyor ve bunun yerine, mesleksel örgütlenmeyi esas alan ve gerçek yaşamda çıkarları birbirine karşıt olan sınıfları (burjuvazi ile proletaryayı) sözümona bir potada eritmeyi amaçlayan korporatif bir toplum örgütlenmesini geçirmeyi hedefliyordu. Ama Kemalist bürokrasi bu konuda da ikiyüzlü davranıyordu. Çünkü, sınıf esasına göre örgütlenmeye karşı olduğunu söyleyerek işçi sınıfının örgütlenmesini yasaklasa da, sıra burjuvaziye gelince onu engellemek için hiçbir şey yapmıyor, tam tersine koruyordu.

Kemalist bürokrasinin faşizmden etkilenmesinin belirginleştiği ikinci alan ise ulusal sorunda ortaya çıkmaktaydı. Kemalist bürokrasi, cumhuriyeti birlikte kuran iki temel ulusal kimlikten birini (Kürt kimliğini) yok sayarken, diğerini (Türk kimliğini) yüceltiyor ve böylelikle “etnik milliyetçiliğe” dayanan ırkçı ve şoven bir “ulus-devlet” anlayışını resmi ideoloji haline getirmeye çalışıyordu. Örneğin, Kemalist rejimin önde gelen ideologlarından olan dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesine verdiği bir demeçte, Kemalist bürokrasinin bu eğilimini şu şekilde dile getiriyordu: “Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. Saf Türk olmayanların, Türk Ana Vatanında sadece bir tek hakları vardır: Hizmetkâr olma hakkı, köle olma hakkı.” Keza, Ağrı’da patlak veren Kürt ayaklanması üzerine yaptığı bir konuşmada Başbakan İnönü de şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”

İşte Atatürk’ün emriyle hazırlanan ve her açıdan ırkçılık kokan “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” gibi zırvalar da böyle bir atmosferde ortaya atılmıştı. İnsanı acı bir tebessüme sevk eden ve ipe sapa gelmez ırkçı hezeyanlarla dolu olan bu “teori”ler bir süre sonra geri çekilmişse de, Kemalist devletin ırkçı şoven milliyetçiliği ve bu bağlamda Kürtlere yönelik baskıları ve saldırgan politikaları hep devam etmiştir.

Burada hemen belirtelim ki, bu dönemde gerek anti-demokratik yasaların çıkartılması konusunda olsun, gerekse Türkçülüğe dayalı ırkçı ve şoven bir ideolojinin devletin resmi ideolojisi haline getirilmesi konusunda olsun, CHP içinde devletçi Kemalist bürokrasi ile liberalizm yanlısı burjuva kesim arasında ciddi hiçbir ihtilaf doğmamıştır. Tersine, daha sonra liberal giysilere bürünerek siyaset sahnesinde arzı endam edecek olan burjuva kesim, bu dönemde kendisine hamilik eden Kemalist bürokrasiyi hoş tutabilmek için elinden geleni yapmış ve onun totalitaryan eğilimlerine ses çıkarmamıştır. Yeter ki iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşi, genel olarak sermayenin çıkarlarını koruyup gözetsin ve burjuvaziye hamilik yapmayı sürdürsün! Kemalist bürokrasi burjuvaziyi tehlikelere karşı (özellikle de işçi sınıfından gelecek tehlikelere karşı) koruduğu sürece, Kemalist bürokrasinin baskıcı anti-demokratik uygulamaları hiçbir sorun oluşturmuyordu burjuvazi için! Daha sonraki yıllarda da göreceğimiz gibi, burjuvazi ile asker-sivil bürokratik elit arasındaki ilişkiler ve kimin ne zaman “statükocu” ne zaman “liberal” kesileceği konusu, hep konjonktürel çıkarlara göre belirlenmiştir. Nitekim cumhuriyetin kuruluşundan 1946’ya kadar geçen çeyrek asırlık zaman diliminde, bugün yaşandığı gibi bir “statükocu-liberal” çatışması pek yaşanmamıştır egemen sınıf içinde. Çünkü bu yıllarda henüz yeterince güçlenmemiş olan burjuvazi, hâlâ Kemalist bürokrasinin hamiliğine ihtiyaç duymaktaydı ve bu yüzden de onun iktidarına boyun eğmek zorunda hissediyordu kendini!

Tek parti diktatörlüğü altında işçi ve emekçi sınıfların durumu

CHP’nin tek parti diktatörlüğünün en katı bir biçimde devam ettiği 1930’lu ve 40’lı yıllarda, işçi ve emekçi sınıfların ne durumda olduğuna bir bakalım. 1930’lar Türkiye’sinde “bürokrat-burjuva-eşraf” koalisyonuna dayanan CHP iktidarı, sanayi ve tarımda özel kapitalist girişimciliği desteklerken ve bu amaçla büyük burjuvazi ile büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını hep ön planda tutarken, işçi ve emekçi sınıfların ekonomik ve demokratik haklarını hep yok saymış ve düzene boyun eğmelerini sağlamak için, onları sürekli baskı altında tutacak yasal düzenlemeler getirmiştir. Gerek ekonomik alanda, gerekse siyasal alanda işçi sınıfına yönelik bu hak kısıtlayıcı anti-demokratik düzenlemelerde, Avrupa’da esen faşizm rüzgârlarının da etkisi vardı kuşkusuz. Örneğin, işçi ve emekçilerin sınıf esasına göre örgütlenmelerini ve sınıf mücadelesi yürütmelerini yasaklayan ve bu yasağı çiğneyenlerin ağır hapisle cezalandırılmalarını öngören Türk Ceza Kanununun ünlü 141 ve 142. maddeleri, 1930’larda faşist İtalyan Ceza Kanunundan ithal edilmişti.

1930’lu yıllara gelindiğinde, işçi sınıfı hâlâ her türlü haklarından yosun bir sınıf olarak günde en az 12 saat çalışmak durumundaydı. Kemalist rejim cumhuriyetin kuruluşundan itibaren burjuvaziyi devletin her türlü imkânlarıyla besleyip palazlandırırken, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini ve ekonomik hak arama mücadelesini (grevli toplu sözleşme hakkını) bile kabul etmemekte diretiyordu. Bu yüzden işsi sınıfı, Kemalist CHP’nin yıllarca süren tek parti diktatörlüğü döneminde sendikal haklarından tamamen mahrum kalacaktı. Bu dönemde işçi sınıfına karşı tam bir baskı rejimi uygulayan Kemalist iktidar, bununla yetinmeyip bir de işçi sınıfının tarihsel hafızasını silmeye kalkışacaktı. 1935 yılında çıkardığı bir yasayla, kapitalist sömürü düzenine karşı işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ilan etmiş ve rüşvet olarak da işçi sınıfına o gün için bir günlük “istirahat” izni vermişti! Bu, işçi sınıfının tarihsel hafızasını zayıflatmak üzere, korkak burjuvazinin ve onun koruyucusu olan Kemalist bürokrasinin sinsice ve ikiyüzlüce giriştiği bir operasyondu kuşkusuz.

Oysa o tarihte işçi sınıfı hâlâ bir iş kanunundan bile yoksun bulunuyordu. İşçiler, çalışma koşullarını düzenleyen bir iş kanununa Cumhuriyetin ilanından 13 yıl sonra (1936’da), sendikalaşma hakkına 24 yıl sonra (1947’de), grev ve toplu sözleşme hakkına ise tam 40 yıl sonra (1963’de) kavuşabileceklerdi. Dolayısıyla, işçilerin sendikal örgütlülüğünün bulunmadığı koşullarda çıkarılan İş Kanununun uygulanıp uygulanmadığı da hiçbir zaman denetlenemeyecek ve bu iş devlet bürokratlarının insafına kalacaktı. Nitekim İş Kanununun kabulünden bir süre sonra, fabrikalara işçi pazarlayan “işçi müteahhitleri”nin ve işçi simsarlarının türemesi ve patronların işçi ihtiyaçlarını bu müteahhitler aracılığıyla karşılamaları, İş Kanununun fiiliyatta uygulanmadığının bir göstergesiydi. Üstelik bu işçi müteahhitlerinin arkasındaki güç de gene CHP bürokrasisiydi. Ayrıca işçi sendikalarının olmadığı koşullarda, büyük işletmelerde işçilerden kesilen paralarla oluşturulan “işçi yardımlaşma sandıkları” da CHP tarafından atanan “bürokratik bir idareciler takımı” tarafından yönetilmekteydi. Yani işçilerin parasıyla gene bürokratik bir elit beslenmekteydi.

Tarım emekçilerinin durumuna gelince; CHP iktidarı altında orta ve yoksul köylülerin durumu da kent emekçilerinin durumundan faklı değildi. Tarım kesiminde de sömürü artarak devam ediyordu. Sözüm ona köylünün durumunu iyileştireceği iddia edilen Ziraat Bankası kredileri, aslında köylüye değil, büyük çiftlik sahiplerine ve toprak ağalarına gidiyordu. Bu kesimler, banka kredisinin sağladığı imkânlarla makineli tarıma geçmektense, ucuza toprak kapatıp ucuz işgücü (ırgat) çalıştırarak daha çok kâr ediyorlardı. Ayrıca, bu büyük toprak sahipleri, Ziraat Bankasından düşük faizle aldıkları kredileri, daha yüksek faizlerle muhtaç durumdaki köylülere satıyorlardı. Yani hem çalıştırıp sömürüyorlardı, hem de tefecilik yaparak sömürüyorlardı tarım emekçilerini. CHP iktidarı bunu biliyordu, ama kendi iktidarını destekledikleri için toprak ağalarına ve büyük çiftlikçilere ses çıkarmıyordu. Nitekim 1927 ve 1929 yıllarında topraksız köylülere hazine arazisi verilmesi yolunda çıkarılan kanunları da CHP iktidarı hiçbir zaman uygulamayacak ve toprak reformunu dilinden düşürmemesine rağmen, gerçek bir toprak reformunu da hiçbir zaman yapmayacaktı. Tek parti diktatörlüğü döneminde, bir yandan “devletçilik” göklere çıkarılırken, diğer taraftan tarımda acımasız bir soygun düzeni sürdürülmüş ve bu soygun temelinde, orta ve yoksul köylüler topraksızlaştırılırken, büyük toprak sahiplerinin ve ağaların özel toprak mülkiyeti alabildiğine genişlemiştir.

Bu dönemde işçi sınıfının siyasal açıdan bilinçlenmesini ve örgütlenmesini savunan komünistlerin ve sosyalistlerin faaliyetleri de yasadışı ilan edilip yasaklanacaktı. Bu koşullar altında komünistlerin ve sosyalistlerin siyasal görüşlerini yaymaları ve bu temelde işçi sınıfını örgütlemeye girişmeleri yıllarca hapis yatmayı, işkenceyi ve her türlü tehlikeyi göze almayı gerektiren bir işti kuşkusuz. Nitekim o dönemde ardarda gelen “komünist tevkifatı” da bunu ortaya koymaktadır. Tek parti diktatörlüğü döneminde işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi için illegal faaliyet yürüten Türkiye Komünist Partisinin (TKP) ardarda uğradığı tevkifat (1925, 26, 27, 29, 30, 32, 34, 38, 44, 45) bunun en somut kanıtıdır. İşçi sınıfına ve komünistlere yönelik tüm bu baskılar ve tutuklamalar, daha sonra kendini “ilerici”, “demokrat” ve de “solcu” olarak lanse edecek olan burjuva Kemalist CHP’nin izlediği ceberut politikaların bir sonucuydu kuşkusuz. Öteden beri burjuva devletle özdeşleşmiş ve burjuva devletin statükocu bir partisi haline gelmiş olan bu parti, hiçbir zaman işçi sınıfının gerçek dostu olmadı.





Türk Tarih Tezi” komedisi
Kemal Burkay

“Dengê Kurdistan” sitesinde kisa süre önce “Aborcinler de Türkmüş” başlıklı mizahi bir haber ve yine onu izleyen mizahi mektuplar yayınlandı. Daha sonra yapılanın şaka olduğuna dair açıklamada ise şöyle dendi: “Türk tarihine ilişkin olarak TC’nin sözde bilim adamları tarafından uydurulmuş söylenceler şakadan beter...”Gerçekten de bu ülkede bilim de tarih de rezil edildi. Türk tarihi ve dili adına pervasızca yalanlar uyduruldu. Düzmeceler teori, bundan da öte, tartışılmaz gerçekler olarak sunuldu. Bu martavallarla yıllar yılı kitlelerin beyni yıkandı, insanlar koşullandırıldı. Bir Türk ulusu yaratma adına, Anadolu’nun rengarenk halklar mozaiğini ortadan kaldırmak, ülkeyi tek renge boyamak için soykırımlar dahil, her türlü yönteme, zorbalığa, yalana başvuruldu. Dünyada eşi görülmeyen ölçüde pervasızca ırkçılık yapıldı ve hala yapılıyor.

Bu ülkede tarih ve dil adına yıllar yılı uydurulan zırvaları açığa çıkarmak, kitlelere anlatmak son derece önemlidir. Zorbalık ve yalan birbirlerinin ikizidir. Türkiye’nin ırkçı-militarist, faşizan rejimi bu iki ayak üzerinde duruyor.

Geçmişte de zaman zaman bu konu üzerinde durdum. Bu yazımda, 1930’lu yıllarda piyasaya sürülen Türk Tarih Tezi üzerinde duracağım.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe, dağılmaya yüz tuttuğu 19. Yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, bu gidişe bir çare bulmak anlamında ortaya üç değişik görüş çıkar. Bunlardan biri Namık Kemal ve arkadaşlarının savunduğu Osmanlıcılık görüşüdür. Onlar ancak bu anlayışın İmparatorluğun farklı dil ve inançtaki pek çok kavmini bir arada tutabileceği kanısındadırlar. Prens Sebahattin bu çerçevede ademi merkeziyetçi bir çözümü, yani bir tür federasyonu önerir.

İkinci görüş “İslamcılık”tır. Bunlar, Hıristiyan halkların kopuş sürecine girdiği, bir bir ayrılıp kendi devletlerini kurdukları, Balkanların elden gittiği söz konusu koşullarda, Osmanlıcılığın artık pek anlamı kalmadığı, aksine “İslam birliği” anlayışının Osmanlı devletini parçalanmaktan ve çöküntüden kurtarabileceği kanısındadırlar.

Üçüncü grupsa bu ikisine de karşıdır. Bu kesim, batıdaki devletleri örnek alarak milli bir devleti çözüm olarak gören Türkçü unsurlardan oluşuyordu. Çok ilginçtir ki Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin ideolojik temelini atanlar, genellikle Türk değildiler. Bunlar kimlik arayışı içinde olan azınlıklar; Tatar, Pomak, Boşnak, Arnavut gibi Müslüman ve göçmen unsurlardı.

Türk milliyetçiliğine Türklerden çok hizmet sunan, diğer bir deyişle, “kraldan çok kralcı” bu kişiler arasında Kürtler de vardı. Bunlardan biri, Türkçülük ideolojisinin temelini döşediği kabul edilen Ziya Gökalp’tır. Diyarbakır Çermik’ten bir Kürt olan Ziya Gökalp, daha genç yaşında kimlik bunalımına düşüp kafasına kurşun sıkmış, ölümden dönmüş, sonra da, kafasında taşıdığı kurşunla birlikte İstanbul’a giderek orada tanıdığı İttihat ve Terakkicilerin etkisiyle Türkçülüğe sarılmıştır. “Türkçülüğün Esasları” adlı eserin sahibidir. Türk ırkçılarının “Kızıl Elma, Turan” gibi sembol ve düşlerinin yaratıcısıdır. İttihat ve Terakki’nin ideologu odur ve görüşlerinin, Mustafa Kemal de dahil olmak üzere, o dönemin İttihatçı genç subaylarını derinden etkilediği söylenir.

Tüm bunlara rağmen, Ziya Gökalp ırkçı sayılmaz, ya da dörtbaşı mamur bir ırkçı sayılmaz... Türk ırkçılığının ideolojik plandaki babası Yusuf Akçura’dır. Rusya’nın Simbirsk bölgesinden, Volga Tatarlarından olup oradan İstanbul’a göçmüş, harbokuluna girmiş ve İttihat ve Terakki çevresine katılmıştır.. 1904 yılında yayınladığı “Üç Tarzı Siyaset” adlı makalesinde, Osmanlıcılığa ve İslamcılığa karşı, ırkçılığa dayalı Türk milliyetçiliğini önermiştir. Bu görüş Türk ırkçılarının manifestosu olarak kabul edilir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Ankara’ya geçen Akçura için, Atatürk’ün “işte aradığım adam!” dediği söylenir. 1931 Yılında oluşturulan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin kurucuları arasındadır, 1932 yılında ise “Türk Tarih Kurumu” adını alan bu cemiyetin başına getirilir. Akçura, ırkçı-Turancı bir milliyetçilik anlayışana sahipti ve Adriyatik’den Çin Seddi’ne kadar olan bölgeyi Türk dünyası olarak niteliyordu. (Boşnak asıllı Süleyman Demirel’in de yıllar sonra aynı slogana sarılması aslında şaşırtıcı değil. Irkçılık bu devletin tüm yöneticilerine şu veya bu oranda sinmiştir.)

Türk tarihine ve diline ait “teori” adı altındaki düzmeceler (Türk Tarih Tezi ile Güneş Dil Teorisi), Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, bizzat Atatürk’ün yönlendirmesiyle ortaya atıldı ve onlara, aralarında Yusuf Akçura ve Afet İnan’ın da bulunduğu, tarihçi ve dilci sıfatı yakıştırılan resmi ideoloji kâtiplerinin çabalarıyla bilimsel kılıf uydurulmaya çalışıldı.

Atatürk’ün Türk tarihine ilgisi çok daha önce başlamıştır. 1922’de Türkiye Büyük millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda şöyle diyordu:

“Efendiler,

Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhiselam’ın oğlu Yasef’in oğlu olan kişidir...”

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, yalnız bir asker ve siyasetçi değil, bir tarihçi gibi de konuşmakta, değme tarihçinin ve de arkeologun bilmediği, bilemiyeceği tarihi sırları bir anda ortaya serivermektedir!

Cumhuriyet kurulduktan sonra ise Atatürk, oluşturmaya çalıştığı Türk ulusuna uygun bir tarih yaratmak üzere harekete geçti. Bu amaçla 1930’da Tarih Heyeti’ni oluşturdu ve “Türk Tarahinin Ana Hatları” adlı kitabı hazırlattı. 1931 yılında ise, daha sonra Türk Tarih Kurumu adını alacak olan “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” oluşturuldu. 1932 yılında yapılan genel kurulda Türk Tarih Tezi benimsendi.

Bu teze göre dünya tarihi ve uygarlığı nerdeyse bütünüyle, “Türklerin Anayurdu Orta Asya”da başlamış, oradan göçler yoluyla tüm dünyaya yayılmıştı. Mezoptamya’daki Sümer-Akad-Babil uygarlığı, Nil kıyısındaki Mısır Uygarlığı, Anadolu’da Etiler, İtalya’da Etrüskler, Hind, Çin, tümü!..

Bununla ilgili olarak “Türkiye Kemalistlerinin Teşkilatı - Forum” başlıklı sitede şu bilgiler veriliyor:

“Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre çeşitli göç dalgaları halinda Orta Asya'dan dünyaya yayılan Türkler dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur.

Türk Tarih Tezi’nin temel kabulleri şu şekilde özetlenebilir:

1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır,2. Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır,3. Göçler sonucu Türkler bir çok yere yayılmış ve uygarlaşmayı tetiklemiştir,4. Anadolu’nun ilk yerli halkları Türklerdir; Hititler vs. halklar dahil,5. Kürtler dağ Türküdür. Bu yüzden 80 yıl önce Kürtlere dağ Türkü denilmişti,6. İtalyada yaşamış Etrüskler Türkdür,7. Irak'ın güneyindeki Sümer uygarlığını Türkler kurmuştur,8. Mısır medeniyetinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal Türklerdir,9. Maya, Aztek ve İnka Amerika uygarlıklarını Türkler kurmuştur,10. 70 bin yıl önce Asya ve Amerika kıtası arasından batmış Mu kıtasında konuşulmuş olan Mu dili Türkçedir,11. Peygamber Hz. Nuh Türktür.

Görüldüğü gibi, Türk Tarih Tezine göre Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir: Hitit, Sümer, Etrüsk, Rum, Yunan, Kürt, Macar vs. halklar Türk sayılmaktadır. Başka bir deyişle, bu teze göre Avrupa’dan Çin’e kadar uzanan coğrafyadakilerin çoğu Türktür.”

Atatürk, Tuna boyunu da, Bulgarlar’dan Almanlara kadar tümden Türk sayıyordu! Bu konuda bir şiir bile yazmıştı:

"Gafil, hangi üç asır, hangi on asır / Tuna ezelden Türk diyarıdır. / Bilinen tarihler söylememiş bunu / Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, / Dinleyin sesini doğan tarihin, / Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak / Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. / Asya'nın ortasında Oğuz oğulları, / Avrupa'nın Alpleri'nde Oğuz torunları / Doğudan çıkan biz / Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz...”

Tabi bu kadarı yetmezdi. Bu arada Atatürk, Darvinci teoriyi ve dünya tarihinin gelişim sürecini kendi fantazilerine göre tepetaklak eden, kendi düş ve hayallerine göre bir dünya tarihi uyduran James Churchward adlı bir yazarın kitaplarını okumuş, etkisinde kalmıştır. Churchward bir zamanlar Pasifik’te MU Ülkesi adlı, iki Avustralya büyüklüğünde bir kıtadan söz etmekte ve bu kıtanın 64 milyon nüfusuyla MÖ. 70 000 yılında battığını ileri sürmektedir. Sözde bu kıtada MÖ 200. 000 yılından beri büyük bir uygarlık vardı. Bildiğimiz Çin, Hind, Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve Amerikan kıtasındaki Maya ve İnka uygarlıkları da bunun uzantısıydı...

Atatürk bu öyküyü duyar duymaz artık “Orta Asya uygarlığı” ile yetinmemiş ve bu batık kıtadaki uygarlıkla ilişkiyi aramaya koyulmuş, bu amaçla Türkiye’nin Meksika Büyükelçisi Tahsin Mayatepek’i de bu ilişkiyi araştırmakla görevlendirmiştir. “Büyük araştırmacı” Mayatepek’in Türklerle Mayalar arasındaki dil birliğini, bundan da öte başkaca ortak arkeolojik kalıntıları bulup rapor etmesi ise çok sürmemiştir!

Böylece bizim, daha düne kadar Orhun Anıtları’yla, yani bin küsur yıl önce başladığını sandığımız Türk tarihi, bir anda 200.000 yıl önceye uzanmıştır!

Türk Tarih Kurumu işte bu teze dayanan okul kitapları hazırlamış ve bunlar okullara, üniversitelere servis edilmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra, herhalde, “bu kadarı da olmaz, dünya aleme rezil olduk” diye düşünülüp bir parça revize edilseler de, yıllardır, tarih diye bu ülkenin insanlarına, ergenekon masallarının yanı sıra işte bu tür zırvalar okutuluyor.

Dünyada bu saçmasapan iddiaları ciddiye alan bir tarihçi veya bilim adamı yok. Ama olsun! Baylarımız bunu çocuklara öğretmeye, bu ülkenin insanlarına ezberletmeye kararlılar ve bunu başardıklarına kuşku yok! Bu ülkenin, ırkçılığı kendilerine yakıştırmayan aydınları bile, bu rezaletler karşısında sessiz kalıyor ve “Bir Türk dünyaya bedeldir!”, “Ne mutlu Türküm diyene!” türünden ırkçı “vecize”ler de dahil, tüm bunların Türk ulusuna güven ve kişilik kazandırmak için yapıldığını söylüyorlar...

Ama herhalde hiç akıllarına gelmiyor: “Türk ulusuna güven vermek için” söylenen bu sözler ve ortaya atılan bu saçmasapan tezler, acaba bu ülkenin Türk olmayan halkları ve ulusları üzerinde ne etki yapıyor?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bunlar da ilginizi çekebilir: