Ben Afrikada'da kanat çırpan kelebeğin Kuzey Amerika'da yarattığı kasırgayı istiyorum.
Ben kaos istiyorum.
bolo'bolo, 1989 da Zürihte basılmış bir kitap, teorik ve pratik bilgilerden oluşuyor, internette her hangi bir kaynak bulamadığımdan dolayı, ve tüm bunları diğer insanlarla paylaşmak için altını çizdiğim yerleri kitabi bitireceğim periyotta buradan yayınlayacağım, kitap türkiyede kaos yayınlarından çıktı.
*oradan bakıldığında bir çok tarih tasavvuru mümkündü,. Bunlardan biri de bizim tarihimiz, felaket sonuçlarıyla birlikte bir tür aptalca hata. birisi tohum ve bitkilerle oynamaya başlamış ve zamanla tarımı keşfetmiş olmalı. bu iyi bir düşünce gibi görünüyordu: yenilebilir bitkilerin peşinden koşmak yerine, artık bunlar kampların yakınlarında yetiştirilebilirdi. ne var ki, artık en azından birkaç ay aynı yerde kalmak, yeterince tohumu saklamak, iş bölüştürüp planlamak ve anlık arzuları bastırmak zorundaydık. doğa ile birlikte yaşamak yerine, artık doğadan yaşıyorduk ve onu giderek geçici bir ortak ve bazende alçak bir oyunbozan olarak olarak görmeye başladık. verimliliği keşfettik, çalışamız ile mahsulün hacmi arasında bir ilişki olduğunu. disiplin, av şansından daha önemli bir hale geldi. ve sonra herşey talihsiz bir gidişata yöneldi: o ana kadar esas olarak toplayıcı olan kadınlar, tarla işleriyle sorumlu kılındılar. sonra hayvanları ve sabanlarıyla erkekler geldiler. kadınlar, eşit haklarını kaybederek, gittikçe daha fazla baskıya maruz kaldılar. büyük tanrıça kültüyle teselli edildiler. hayvan yetiştiricileri çiftçileri boyunduruk altına aldılar. devlet, savaşçılar kastı ortaya çıktı; bugüne değin süregelen genel dünya savaşı. zamanın da tamamıyla yanlış gelişen şeyi onarmak çok zor, ne var ki, o zaman denediğimiz şeyin çok aptalca olduğu bugün apaçık ortada. çok yönlü bir birliktelik ve iç içelik yerine bir baskı piramidi inşaa ettik: krallar/erkekler/kadınlar/çocuklar/hayvanlar/bitkiler. muhakkak ki, bu tarih "gerekli" değildi, fakat ne var ki, zemin çok önceden hazırlandı. Mezopotamya, Hindistan, Çin ve Mısır'da eski uygarlıkların yükselişiyle birlikte, devlet iktidarı, yani merkezin toplum üzerindeki kontrolü artık başlı başına bir amaç olmuştu. bundan sonra herşey "iktidar" ın , yani merkeze olan etkinin çevresinde dönmeye başladı. ve bununla birlikte tarih başladı, ilerleme olarak tanımlanan bu "ileriye doğru sonsuz kaçış" eski altın çağlar, cennet, arkadya, atlantis ve diğer hayal ve ütopyaların savunma ya da avuntu ideolojileri olarak kullanılması, ogünden bu yana nasıl herşeyin aleyhimize işlediğini gösteriyor. merkezdeki adamlar bize, yalnızca katı bir düzenlemenin ve gelişmiş üretim araçlarının refahı yeniden sağlayabileceğini söylediler. böylece ilerleme yanılsaması için çalışmaya başladık. bu yalanı farkedenler ve cennete daha kısa yoldan gitmek isteyenler asi, hain, fakir yada barbar diye azap gördü, sürgün edildi yada katledildiler. soyumuz ve köklerimiz yok edildi, kendi toprağımızda birer yabancı olduk ve hiyerarşik baskı örgütleri karşısında silahsız kalakaldık. iki saat yerine, firavunların ve sezar'ların inşaatlarında ve tarlalarında on saat yada daha fazla çalışır olduk, onların savaşlarında öldük, keyiflerince itip kakıldık
*Reformistler, kişinin kendi isteklerinin peşinde koşmasının dar görüşlülük ve bencillik olduğunu söyleyip duruyorlar. Bugünü düşünmemeli, çocuklarımıza daha iyi bir dünya bırakmak için daha çok çalışmalıymışız, ki 20-30 yıl içinde şartlar değişmiş olsun. Bu argümanla her türlü feragat, kısıtlama ve boyun eğme savunulabilir. Tuhaf bir mantık bu. Bugün içinde bulunduğumuz belayı yaratan, ana-babalarımızın kuşağının fedakarlıkları ve çok çalışmaları değil mi? Biz, uğruna bukadar fedakarlık yapılan o çocuklarız zaten. İki savaş, ekonomik kriz, faşizm, atom bombası: Analarımız ve babalarımız bunlar için "fedakarlık" ettiler. Keşke fedakarlıkta bulunmayıp daha bencil olsalardı! Feragat hiçbirzaman özüm getirmez, aksine yeni bir feragat getirir.
*Milyonlarca insan açlıktan ölürken, biz şımartılmış ekonomik mucize çocukları, arzu ettiklerimizin yeni bir listesini yapmaktayız. Bizim sorunlarımız onlarda olsaydı şükrederlerdi! Bizim hakkımız mı ki arzulamak, biz değil miyiz, Üçüncü dünya'yı sömürenlerin suç ortakları? Önce suçumuzun bedelini ödememiz gerekmezmi? Peki, uyuşturucudan ölenler, intihar edenler ya da ruhsal hastalıklar var. Bunlar sefalet sayılmaz mı? Hangi sefaletin daha vahim olduğu nasıl ölçülebilir? Üstelik ahlaki pişmanlığımızın ezilenlere ve fakirlere faydası var mı?
* aslında gerçekten sadece insan var ve başka hiçbir şey yok. fakat insan güvenilmez, çelişkili ve sapkındır. sadece tek bir insan var, yinede sanki 7 milyar insan daha varmış gibi davranır. insan dünyanın ve gerçekliğin kendi buluşu olduğunu bildiği halde bu kurgunun yinede gerçek olduğuna inanır. insan, rahat, sorunsuz bir gerçeklik hayal edebilirdi, fakat sefil, vahşi ve çelişkili bir dünya kurgulamakta ısrar etti.
Sürekli olarak çatışma, felaket, krizler yüzünden eziyet çektiği bir gerçeklik yarattı. Aşırı sevinç ve keder, coşku ve hezimet, sükunet ve celallenme arasında gidip geliyor. Günde 2000 kaloriye ihtiyaç duyan, çabuk yorulan, üşüyen, hastalanan ve aşağı yukarı 70 yıl sonunda onu terk eden bir vücudu var. bir sürü anlamsız güçlük
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder